Tarih: 23 Temmuz, 30 Temmuz, 6 Ağustos ve 8 Ağustos
2012
Katılımcı Topluluklar: Atölye Tiyatro Topluluğu, İTÜ
Taşkışla Sahnesi, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları, İstanbul Üniversitesi Fen
Fakültesi Tiyatro Topluluğu, Tiyatro Boğaziçi, Deneysel Sahne
Raporu hazırlayan: Burak Üzümkesici / Atölye Tiyatro
Topluluğu
Geçtiğimiz yaz, Richard Sennett’in
“Beraber” adlı kitabı üzerinden bir okuma atölyesi gerçekleştirmek için, eski
İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu üyesi topluluklar olarak bir araya
geldik. Geçmişte de buna benzer çalışmalarımız olmuş ve tiyatro pratiklerimizi
besleyecek araştırmalar yapmanın ve bu araştırmaların sonuçlarını paylaşmanın
önemini görmüştük. Okuma atölyesi de bu minvalde geçmişten gelen bilgi paylaşım
pratiklerinin sürdürülmesi yönünde bir adım olarak görülebilir. Bu çalışmanın hedefi,
bir kitabın sunum ya da seminer formatında aktarılmasından ziyade, birlikte
okunmasının ve tartışılmasının zorlanmasıydı. Çalışmanın yöntemi de katılımcı
gruplarla birlikte belirlenmeye çalışıldı. Sonuçta kitabın üç ana bölümden
oluştuğunu gözeterek, her hafta bir gün bir bölümün ele alınmasıyla, üç haftada
çalışmanın tamamlanması kararlaştırıldı. Bu üç günün akabinde bir gün de
değerlendirme için buluşmaya karar verildi. Kitap çalışma günlerinde değil, her
çalışma gününün öncesinde okundu. Atölye topluluğu üyeleri tarafından ilgili
bölüme dair ana hatlar çıkarıldı ve bir araya gelindiğinde bu hat üzerinden
ilerlenirken çeşitli tartışmalar açıldı. Atölyenin sonuçlarına ise bu yazının
sonunda detaylı olarak değineceğiz.
Richard Sennett, genelde
şehircilik, çalışma hayatı ve kamusal yaşam pratikleri üzerine çalışan bir
Amerikalı akademisyen. Türkiye’de de kendisine yönelik hatırı sayılır bir ilginin
olduğunu söylemek, yazdığı çoğu kitabın Türkçe olarak basıldığı göz önüne
alınırsa pek de yanlış olmaz herhalde. Kamusal İnsanın Çöküşü, Ten ve Taş - Batı
Uygarlığında Beden ve Şehir, Karakter Aşınması - Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik
Üzerindeki Etkileri, Yeni Kapitalizmin Kültürü gibi kitaplarına son olarak bir
üçleme ekleniyor. Ekleniyor diyoruz çünkü, bu satırların yazıldığı tarih
itibariyle üçüncü kitap henüz yayınlanmamış durumda. Üçlemenin ilk iki kitabı
“Zanaatkâr”[1] ve “Beraber”[2], Ayrıntı Yayınları
tarafından basıldı.
Richard Sennett, Zanaatkâr
kitabının son bölümünde kendini Amerikan pragmatizm geleneğinin bir parçası
olarak konumlandırıyor. Kökenleri 19. yüzyıl romantikleri William Morris ve
John Ruskin’e götürülebilecek pragmatist düşüncenin temsilcileri olarak 19.
yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı teorisyenleri Charles Peirce, Willam James, G.
Herbert Mead ve John Dewey’i sayabiliriz. Günümüzde ise Richard Rorty, Hilary
Putnam, Richard Bernstein gibi isimler çağdaş pragmatistler arasında gösteriliyor[3].
Pragmatizm (ya da bir sıfat
olarak pragmatik) akademik alanda değilse de, özellikle sol jargonda yaygın
olarak olumsuz anlamda kullanılan bir kavram. Kabaca, amaç uğruna yapılanları
araçsallaştırma (faydacılık), oportünizm anlamına gelebilecek bir boyutu var
pragmatizmin. Tanıl Bora, “İki Sinizm, İki Pragmatizm ve ‘Eylem’i Yeniden
Düşünmek”[4] adlı makalesinde ikiye
bölünmüş Amerikan pragmatizm geleneğinin bu (sağ) tarafına ‘kötü’ pragmatizm
diyor. Bir de John Dewey’in temsil ettiği sol/sosyalist pragmatizm
geleneğinden, ucu açıklık, deneyselcilik, yapıcılık boyutuyla ele alınan ‘iyi’
pragmatizmden bahsediyor; teoriyle pratiğin kopukluğunu aşmaya çabalayan bir
pragmatizm; “yapabilme kapasitesinin gelişmesine mecra açma, yapılabilir olanı
arama ve yapılabilir olanın sınırlarını genişletme hedefiyle”[5] iş gören bir pragmatizm. Geleneksel
solun, sınıf mücadelesi yerine deneyimi öne çıkarması ve özne politikasına
yoğunlaşması nedeniyle pragmatizme mesafeli baktığını belirten, Bora, “politik
eylemi, stratejik ve noktasal edimlerden ziyade, sürekli bir yapıcılık olarak
tasavvur etmeye”[6]
davet etmesinden ötürü ‘iyi’ pragmatizme önem verilmesi gerektiğini vurguluyor.
Sennett’in Zanaatkâr’daki
pragmatizm vurgusu boşuna değil. Beraber kitabının hemen başında, “Birkaç yıl
önce, insanların gündelik yaşamlarını sürdürmeleri için ihtiyaç duydukları
beceriler hakkında bir üçleme yazmaya karar verdim. Bütün hayatımı teorilere
harcadım ama artık teorilerden, bu pratikten bağımsız çalışan uğraşlardan
usandım”[7] diyor. Bu iki kitap, en
başta, yapıp etmenin, eyliyor olmanın (“pragma” kavramının aksiyon anlamına
geldiğini de not düşelim) toplumsal yaşamdaki karşılığını, başka bir deyişle
ürettiği toplumsal değeri ortaya çıkarma derdinde. Zanaatın ve işbirliğinin
önemini aklımıza kazımak ister gibi Sennett, zira modern kapitalist toplumda
bunlara değer verilmeden yapılanların toplumları bir krize sürüklediği
görüşünde. Bu krizden acil bir çıkış arayışı, onu gündelik yaşamda hâlihazırda
yapmakta olduklarımızı dönüştürme düşüncesine itmiş görünüyor.
Elbette zanaat ve işbirliği çok
geniş kullanım alanlarına sahip iki kavram. Sennett, kabaca söylersek, zanaatı,
‘bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapmak, kendi içinde anlamlı bir iş yapmak’
olarak, işbirliğini ise, “katılımcıların karşılaşmadan yararlandığı bir
değişim” olarak tanımlıyor. Tıpkı pragmatizmin iyisi-kötüsü gibi, bu iki
kitapta da sık sık “iyi zanaat/kâr” ya da “zahmetli, çaba gerektiren işbirliği”
ifadeleriyle karşılaşıyoruz. Maddi şeyleri imal etme zanaatının, başkalarıyla
olan ilişkilerimizi de şekillendirebilecek tecrübe tekniklerine bir yaklaşım
sağlayacağı önermesiyle bu iki kitabın birbirine bağlandığını söyleyebiliriz.
Lâkin biz, zanaat bahsine burada detaylı bir şekilde girmeyeceğiz. Zira atölye
çalışmasında Beraber kitabı üzerinde durduğumuz için daha ziyade işbirliği
konusuna değindik[8].
Peki, neden bu kitap? Bu kitabı
seçmemizin iki basit nedeni var: Derdi olan bir akademisyen olduğu için Sennett
okumayı sevmemiz ve işbirliği becerilerimizi geliştirmek istememiz. Tiyatro
kolektif yürüye(bile)n bir sanat ve tiyatro topluluklarının mutlaka kendi
aralarında işbirliğine ihtiyacı var. Yaşamı dönüştürmek gibi mütevazı hayaller
taşıyan tiyatrocular için ise ihtiyaçtan da öte, elzem. Bu nedenle “evet
birlikte, ama nasıl?” sorusunu düşe takıla, yorula güçlene, hazır cevaplara
atlamadan, yerinde oturmadan aramaya devam.
Son olarak bu yazının öncelikli
amacının kitabı özetlemek değil bir rapor yazmak olduğunu vurgulayalım. Kitaptan
yola çıkarak yaptığımız tartışmaları ana hatlarıyla da olsa aktarmak istiyoruz.
Tabii ki tartışmalara temel oluşturan bölümlerin kısa bir aktarımı -elden
geldiğince- yapılmaya çalışılacaktır. Birkaç sayfada kitabı aktarmanın
güçlüğünü ise okuyucunun göz önüne alacağını umuyoruz.
1.
GÜN
“Giriş” bölümünün aktarım özeti
Modern toplum, insanları
işbirliği yapma konusunda vasıfsızlaştırıyor. Hâlbuki insanların işbirliği
kapasiteleri kurumların onlara izin verdiğinden çok daha büyük ve daha
karmaşıktır. Bu işbirliği kapasitemizi ve becerilerimizi çok küçük yaşlardan
itibaren edinmeye başlarız. Peki, bu becerilerimiz sonraki yıllarda nasıl
şekilleniyor? İlerleyen bölümlerde bu sorunun yanıtlarını bulmaya çalışacağız.
i.
Diyalektik
ve Diyalojik İletişimler
Zahmet gerektiren bir zanaat olan
işbirliği öncelikle birlikte hareket edebilmek için anlama ve yanıt verme
becerisini gerektiriyor; yani iletişim becerilerini. Diyalektik iletişimde,
zıtlıkların sözel oyunu aşama aşama bir sentez oluşturmalıdır, amaç sonunda
ortak bir anlayışa ulaşmaktır. Diyalektik konuşma becerisi, bu ortak zemini
neyin kurabileceğini belirlemekte yatar.
Ortak zemini bularak çözümlenemeyen tartışmalar için diyaloji kavramı
devreye girer. Mikhail Bakhtin’in ilk olarak ortaya attığı diyaloji[9] kavramı, dikkati diğer
insanlara yönelttiği için anlamlıdır. Önemli ve ihmal edilen bir boyut dinleme
becerisidir: “ … [D]ikkatle takip etmek ve yanıtlamadan önce diğerlerinin ne
dediğini yorumlamak, jestlerine ve açıklamalarına olduğu kadar sessizliklerine de
bir anlam vermektir”[10]. Ayrıca diyalojik iletişimde
önemli olan iletişim sürecinin kendisidir. Ortak bir anlayışa ulaşılması amaç
değildir. Burada, birleştiren yerine birbirinden ayrıştıran alışverişler
vardır. İnsanlar kendi görüşlerinin daha çok farkına varır ve diğerlerine
yönelttikleri anlayışlarını genişletir. İletişim sürecinde diğer kişi ile çok
fazla özdeşleşme (konu nereye çekilirse oraya gitme, tartışma yapmak yerine
duyarlı olduğunu gösterme, umursadığını ispata girme çabası) diyalojik
konuşmayı bozabilir. Burada iki iletişim aracından bahsetmek gerekiyor.
ii.
Sempati
ve Empati
Bu iki kavram da tanımayı
aktarır, ikisi de kişiler arası bağ kurar. Sempati kişinin hislerine odaklanır.
Birine “acınızı hissediyorum” dediğinizde farklılıktan benzerliğe sihirli bir
sıçrayış yapmış olursunuz. Böylelikle garip ya da yabancı tecrübeler size
aitmiş gibi görünür. Bu şekilde onlarla özdeşleşebilir ve davalarını anlayıp
paylaşabilirsiniz.
Empatide ise merak daha yoğundur.
Onunla tüm dikkatinizi vererek ilgilendiğinizi gösterir. Sempati farklılıkların
üstesinden özdeşleşmenin hayali eylemleri ile gelir; empati ise, başka bir insana
ona ait koşullarla bakmaktır. Sempati kucaklaşmayken, empati karşılaşmadır.
Empati daha zahmetli bir çalışmadır çünkü dinleyici kendi dışına çıkmak
zorundadır.
Diyalojik konuşma, empati
aracılığıyla, diğer insanların kendilerinde kim olduğu hakkında merak
duygusuyla başarıya ulaşır.
Neticede diyalektik ve diyalojik
yöntemler karşılıklı konuşma için iki yol sunar. Biri anlaşmaya yönlendiren
zıtlıkların oyunuyla, diğeri açık uçlu bir yolda görüşleri ve tecrübeleri teati
ederek.
Tartışma:
-
Sempati ve
empati arasındaki farklar Brecht ve Stanislavski üzerinden konuşuldu [bu
konuyla ilgili olarak Ömer F. Kurhan’ın
birinci günün ardından yazdığı yazıya bakılabilir[11]].
Ayrıca, empati aracılığıyla kendi dışına çıkmak durumu üzerine tartışıldı.
Empatinin ötekine yaklaşmak için önemli bir kavram olabileceği ancak (1)
‘ben’den hareket edip, ‘öteki’ne yönelmesiyle tek bir yönünün olduğu ve bu
nedenle “karşılaşma” olgusunu yeterince desteklemediği, (2) kendi dışına çıkma
gibi bir varsayımın tartışmalı olduğu belirtildi. Karşılaşma durumu bağlamında Jacques
Derrida tarafından incelenen, kendi koşullarını “öteki”ne açmayı, kayıtsız
şartsız ötekini buyur etmeyi imâ eden “misafirperverlik”[12]
kavramı tartışıldı. Ayrıca göç sorunu, kentsel dönüşüm gibi bazı güncel konular
bağlamında bu konu ele alındı.
-
On-line
işbirliği üzerine Sennett’in verdiği örnekler üzerinden sanal iletişimde
yaşanan problemler hakkında konuşuldu. Sanal iletişimde, yüz yüze iletişimin en
önemli unsurlarından olan jest ve mimik gibi beden dili unsurlarının
görülemiyor, yapılan imâların sezilemiyor olmasıyla ortaya çıkan anlam
boşluklarının yanlış anlaşılmalara yol açabildiği belirtildi. Bu anlam
boşluklarını gidermek için harcanması gereken emeğin de çoğu zaman sanal
iletişimin hız gerektiren dünyasında gösterilmediği vurgusu yapıldı. Bunun
dışında, bilgisayar başında harcanan vaktin ve edinilen alışkanlıkların, yüz
yüze iletişim becerilerini nasıl etkilediği ile ilgili yapılan bazı araştırma
sonuçlarından bahsedildi.
“Şekillendirilmiş İşbirliği” bölümünün aktarım özeti
Bölümün “Toplumsal Soru” adlı ilk
kısmı, işbirliğinin siyasetle nasıl şekillendiği üzerine kurulu.
Bir arada yaşayabilme ile ilgili
dayanışmanın karşıtı olan bir kavramdan bahsediyor Sennett; “toplumsallık”
[socialite]. Toplumsallık, beraber harekettense ortak bir farkındalığı, yabancı
karşısında soğukkanlılığı imleyen bir kavram. Ötekine aktif bir ulaşım biçimi
olmanın tersine, “ortak tecrübenin iyileştiremediği yaraları tanımakta trajik
gücü olabilen”[13]
bir kavram.
Dayanışma ise bir araya getiren,
birlikte hareket eden anlamında iş görür ve “bize-karşı-onlar” ikiliği devreye
girer. Yukarıdan aşağıya örgütlenen dayanışma modellerinde işbirliği bir araç
haline gelir, belli bir amaç için birlik olunur. Aşağıdan yukarıya dayanışma
biçimlerinde ise işbirliğinin kendisi amaç haline gelir; kendinde bir amaç
olarak ortaklık. Bu tarz örgütlenmeler sürdürülebilir olabilmeleri için bir
yapıya ihtiyaç duyar. Ortaçağ zanaatkâr atölyeleri bu yapı ihtiyacına cevap
verecek modellerdi.
Tartışma:
-
Tiyatro
alanında da çoğunlukla yukarıdan aşağı örgütlenme eğiliminin yaygın olduğu
üzerine konuşuldu. Toplulukların yan yana işbirliği ilişkisi içerisinde,
bileşenlerin birbirlerinin iradesine ve işleyişlerine saygı gösterecek şekilde
örgütlenen “aşağıdan yukarı” (yahut hiyerarşik olmayanı vurgulamak adına
“yatay” örgütlenen demek daha doğru olabilir) yapılara olan ihtiyaçtan
bahsedildi. Ancak özellikle tiyatro alanında, bu yapı modellerinden önce örgütlerin,
toplulukların ya da bireylerin gerçekten bir araya gelme niyetinin olup
olmadığının tartışılması gerektiği belirtildi: Yatay örgütlenmelerin, çaba
gerektiren zahmetli bir işbirliğine bağlı olduğunun, kolayca özgürlük yanılsamasıyla
hareket edilip, sistemik ilişkileri yeniden üreten bir yapıya dönüşebilme
riskinin unutulmaması gerekiyor. Elbette bu yapıların varlığının ve
sürekliliğinin de bileşenlerinin gündelik pratiklerindeki diğer hiyerarşik
kurumlarla mücadelelerini sürdürdükleri sürece mümkün olabilecek ve anlam
kazanabilecektir.
İkinci kısım, rekabet-işbirliği
ilişkisine değiniyor. Rekabet ile işbirliği arasında karşılıklı değişimlere
bağlı hassas bir denge vardır. Bu değişimler iki uç arasında salınır. Bir uçta ‘kendinden
verme’ üzerine kurulu “diğerkâmlık” vardır. Diğerkâmlık, diğer insanlardan
herhangi bir karşılık alınmayacak olmasına rağmen girişilen eylemlerdir. Diğer
uçta ise “kazanan hepsini alır” modeli bulunur. Karşısındakine hiçbir şey bırakmadan
ve hatta onu yok ederek, her şeyi kendine alan model. Soykırımlar, tekelci
yaklaşımlar bu sonuncuya örneklerdir. Bir de işbirliği ile rekabetin dengeli
olduğu ara bölgeler vardır. Karşılıklı onay ile iki tarafın da kazanç sağladığı
değiş tokuşlar; tarafların kendi farklılıklarının bilincine vardıkları, ayırt
ediciliğe önem verilen değiş tokuşlar; birinin kazanıp diğerinin kaybettiği
ancak kaybedene yeniden deneyebilmesi için pay bırakılan değiş tokuşlar…
Karşılıklı ve diyalojik davranışlar işte bu ara bölgelerde meydana gelir.
İşbirliği için ritüeller devreye girer ve bu ara bölgelerde ritüellerin özel
bir yeri vardır.
Ritüel, sembolik değişimleri
düzenlemenin bir yoludur. Bir kilise ayini gibi daha evrensel de olsa, içki
ısmarlama gibi küçük bir ritüel de olsa, kendi dışımızdan gelen bir davranış
gibi gözükmelidir, bizi kendilik bilincimizden hafifletmelidir. Ritüeller,
tekrarlanarak alışkanlık haline gelir, bu alışkanlıklar sınanır, bilinçli bir
şekilde genişletilir ve bilinçsiz bir şekilde içimize kök salar. Durağan
davranışlar değillerdir, kendilerini yenilerler. Eğer belli bir davranış dikte
ettiriliyorsa, ritüel durağan bir güç haline gelecektir. Ritüeller, nesneleri,
bedensel hareketleri ve sıkıcı kelimeleri sembollere dönüştürür (örneğin, el
sıkışmanın amacı başka birinin tenine dokunmaktan ötedir). Ritüeller ifadelerle
hayat bulur, özellikle dramatik ifadelerle. Yani ritüel’in üç temel yapı taşı:
tekrar, sembol ve ifadedir. Bu üç görünüş, rekabet ve işbirliğinin ağırlığını
dengeler.
Tartışma:
-
Tiyatro
çalışmalarında da, topluluk içi ritüelleri ve üyeler arası ilişkileri
geliştiren bazı ritüellerin kendiliğinden ortaya çıktığını görebiliyoruz. Bunun
üyeler arasında diyalojik bir iletişim söz konusu olduğunda daha canlı bir hal
alabildiğini söylemek mümkün. Kişiler arası ilişkiler dışında oyunculuk
çalışmaları sürecine de bu gözle bakılabilir. Sennett’in vurguladığı
noktaların, oyunculukta kendini yenileme ya da belli bir tekniğin
mekanikleşerek donuklaşması konularında oyuncunun ne gibi ritüeller geliştirdiğinin
farkında olmasına katkı sağlayabileceği belirtildi.
Üçüncü kısım, işbirliğinin
tarihsel olarak nasıl şekillendiğiyle ilgili. Bunun için dindeki ritüellerin
dönüşümüne, maddesel üretim pratiklerinin dönüşümüne, toplumsallık için ortaya
çıkan yeni etiğe değiniliyor.
Hristiyanlıktaki ritüellerin nasıl
dönüştüğüne bir örnek olarak komünyon ritüeli verilebilir. Komünyon’da ekmek ve
şarap erken dönemlerde tüm dindarlar arasında dolaştırılır ve herkesin bu
şaraptan tatması (mizansene katılıp işbirliği yapmak) yoluyla
gerçekleştirilirken, (reform öncesi) geç ortaçağ döneminde bu ayinin yalnızca
papazlıkla görevlendirilimiş memurlar tarafından gerçekleştirildiğini
görüyoruz. İnananlar kutsal kâseden içen papazı yalnızca seyrederek bu ayine
katılıyorlardı. Bu da toplu ritüelin yavaş yavaş teatral bir gösteri halini
almaya başladığının bir göstergesiydi. Diğer taraftan, komünal işbirliğinin
yerini temsili biçimlere bırakmasının dünyevi bir örneği olarak, Kral XIV.
Louis’nin saraydaki dansı gösterilebilir. Bu dans ‘ben merkezli’ koreografinin,
sahnede temsili biçimlerin önemli bir erken örneğidir.
Maddi üretim pratiklerinin
cereyan ettiği yerler atölyelerdi. Atölye içindeki üretim ritüelleri,
çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçiş süreçlerinde (üretilen
nesnelerin sergilenmesi ve bunlar etrafında şekillenen ritüeller) matbaanın
ortaya çıkışıyla ciddi bir dönüşüm geçirdi. Kişi önceleri, benzer bir ürün
üzerinde belki de bir ömür harcayarak çalışırken, artık farklı bir nesnenin
nasıl yapıldığına dair kitapçıklar elden ele dolaşmaya başlamıştı. Farklı bir
nesnenin nasıl üretildiğine yönelik merak, atölyedeki zanaatkâra olan bağlılığı
sarstı. Dükkân hiyerarşisi altüst oldu. Bu, atölyeden laboratuvara gidecek yolu
açtı. Bazı atölyeler, görünürde doğrudan pratik bir amaçları olmayan
araştırmaların mekânları haline gelmişti. Laboratuvar şeklindeki atölyeler
diyalojik iletişimi ön plana çıkardı.
Toplum nezdinde ise davranış
kalıplarında bazı değişimler gözlemlemek mümkün. On altıncı yüzyılda yüksek
sınıfın görgü kurallarının vurgusu şövalyelikten medeniliğe doğru yön
değiştirdi. Ortaçağda şiddetin günlük yaşamın bir parçası olması, saraylılar
için belli kısıtlamaların, farklı bir davranış modelinin gerekliliğini ortaya
çıkardı. Castiglione, “Saray Kitabı” adlı eserinde saraylıların gündelik
davranışları için modeller önerdi. Bu kitaptaki anahtar kavram
“sprezzatura”dır. Her şeyde, tüm sanatsal beceriyi gizleyen ve birinin
söylediği ya da yaptığı şeyi doğal ya da zahmetsiz gibi gösteren, belli bir
aldırmazlık anlamına gelir. Daha az kendilik, daha çok sosyallik vurgusuyla,
duygulara ve herhangi bir kontrolsüz davranışa engel olmak adına soylular için
bir reçetedir. Bu tür bir medenilik, karşılaşmada saldırgan olmaktan uzak
tutan, birbirini iyi hissettiren, zevk veren bir değiş tokuş biçimidir. Bu yeni davranış daha sonra on sekiz ve on
dokuzuncu yüzyıl burjuvalarına da bir model teşkil etmiştir.
Bu bölümde işbirliğinin üç yönü,
dayanışma, rekabet ve ritüel ele alınmıştır. Bir sonraki buluşmada işbirliğin
modern toplumda, bireysellik karşısında nasıl zayıfladığı konusu
irdelenecektir.
2.
GÜN
“Zayıflatılmış İşbirliği” bölümünün aktarım özeti
Bölüm, “Eşitsizlik” kısmı ile
başlıyor. Eşitsizlik daha çocuk yaştan itibaren hayatlarımızı etkiliyor,
özellikle de okul yaşamından itibaren. Ekonomik durum burada önemli bir etken. UNICEF
raporu, iç eşitsizlik barındıran ülkelerde çocuklar arasında daha fazla
zorbalık içeren davranışın açığa çıktığını, nispeten daha eşit olan toplumlarda
ise çocukların birbiriyle çalışma eğiliminin oldukça yüksek olduğunu
göstermiştir. Çocuklar ise eşitsizliğin getirdiği bu olumsuz davranışları
“haksız karşılaştırmayla” içselleştiriyor. Haksız karşılaşma, eşitsizliğin
kişiselleştirilmesi olarak tanımlanabilir. ‘Ben senden daha iyiyim’ ya da
‘yeterince iyi değilim’ düşüncesiyle ifade edilebilir.
İşbirliği, özellikle modern batı
toplumlarında, bireysellik karşısında zayıftır. Bunun önemli bir nedeni de
batıda diğerlerine bağımlılığın bir zayıflık işareti, başarısız bir karakter
özelliği olarak görülmesidir. Farklı bir kültürde ise, bir başkasından yardım
istememekle övünen insan sorunludur.
İşbirliği yapma becerilerinin zayıflamasında
yüz yüze iletişimin yerini internet araçlarının almasının da payı vardır. Facebook
gibi ağlar aracılığıyla arkadaşlıklar ticarileşmiştir, reklamcılık burada
arkadaşlar arasındaki güven ilişkisini kullanır. Ayrıca yüz yüze iletişime göre
internet daha az zorlayıcı bir sosyallik sunar. Arkadaşlarınızın nerede
olduklarını ve ne yaptıklarını görür ve bunlar hakkında yorum yazabilirsiniz
ancak olaya derinlemesine dâhil olmanız gerekmez. Ancak eşitsizlik burada da
kendini gösterir. Örneğin İngiltere’de yapılan bir araştırma, en yoksul
ailelerin televizyon ve internet ekranı karşısında varlıklı akranlarından çok
daha fazla zaman geçirdiğini tespit etmiştir. Bu da sosyal ağlarla ilgili bir
gerçeği ortaya koyuyor: Yüz yüze bağlantılar, kişisel ilişkiler ve fiziksel
mevcudiyet, ayrıcalığın biçimleri olabilir. Yoksul toplumlarda, yüz yüze
bağlantılar çocukları güçlendirmez, arkadaş çevresi kapıları açmaz.
Tartışma:
-
İnternet
iletişiminde sorunsallaştırılabilecek mecralardan biri de mail grupları. Birçok
avantajının yanı sıra, provalarda veya toplantılarda tartışılabilecek bazı
konuların mail gruplarına taşınmasının yıkıcı sonuçlar doğurabildiği görülüyor.
Bunda yüz yüze iletişimin önemli öğelerinden jest ve mimiklerin, duygu
durumunun, yapılan imaların, sanal iletişimde yerlerinin nasıl doldurulacağını
bulmakta yaşanan zorlukların olduğu gibi, yüz yüze tartışma yerine, sanal ortamdaki
tartışmayı tercih etme eğiliminin de payı olduğu konuşuldu.
İkinci kısım, iş yaşamında
işbirliğinin nasıl şekillendiği üzerine kurulu. Eski ekonomide resmi olmayan,
kuvvetli, samimi bağlar kurulabildiğini görebilirdiniz. Bu sosyal anlamda üç ana
yolla gerçekleşirdi. Fikir soran, dinleyen, not alan ustabaşı böylelikle meşru
bir şekilde otoritesini kazanırdı. Kazanılmış otorite, gündelik deneyimin
eşitsizliğini yönetir, emir ve itaat ilişkisindeki aşağılanmayı hafifletirdi.
Bir diğer yol güvendir. Güven burada doğrulanıp doğrulanmayacağını bilmemeye
rağmen inanmak anlamına gelir (tam olarak neler olacağını biliyorsak güven söz
konusu değildir). Birbirini kollama (örneğin, gerektiğinde çalışanların
birbirini korumak için üstlerine -‘bir gün bizim de başımıza gelebilir’
düşüncesiyle- söyledikleri yalan) durumlarında örneklerini görebiliriz. Diğer
yol ise kriz anlarında gösterilen işbirliğidir. Kriz anlarında rutin kırılır ve
çalışanlar normal şartlarda görevleri olmayan işleri (gayri-resmi alana geçiş)
yapabilirler. Nihayetinde iş yerinde bu birliğin gerçekleşmesi için zamana ve
dolayısıyla köklü kurumlara ihtiyaç vardır.
Yeni ekonomide ise işyerindeki bu
deneyimler zamanın aşınması ile dönüşüme uğrar, kısa-dönemli zaman anlayışı
artık egemendir. 1973’te Bretton Woods anlaşmasının bozulması, küresel
sermayenin sabit pazarlara girmesine ve rekabetin genişlemesine neden olmuştur.
Yatırım üzerindeki ulusal sınırlamaların zayıflaması ile sabırsız sermaye
ortaya çıkmıştır. Şirket sahipliğinden, hisse bedellerine ve finansal araçlarda
kısa vadeli geri dönüşlere doğru bir geçiş olmuştur. “Sabit ana iş” modeline
karşı farklı etkinliklerin aynı şirkette görülebildiği “portföy” modeline
geçilmiştir. Portföy, uyumlu bir işbirliği görüntüsüne ya da kimliğine karşı
çalışır. Toplumsal sonucu ise, sürekli ilişkilerdense, geçici etkileşimler
olmuştur. Projeler, işlerin yerine geçer. General Electric yöneticisi, şirketin
bir odasını boş bırakarak çalışanlarına şunu anlatmaya çalışır: kimsenin işi
garanti değil. Bir çalışan geçmişte bir şirkette ömür geçirebiliyorken, yapılan
araştırmalardan yola çıkılarak varılan senaryolara göre günümüzde bir kişi, iş
yaşamı boyunca on iki kere işveren değiştirecek ve en az üç defa temel
yeteneklerini değiştirmesi gerekecektir.
Neticede projeler, kurumlarda işi
çözücü bir asit görevi görmeye, otoriteyi, güveni ve işbirliğini yavaş yavaş
yok etmeye başlamıştır. İşbirliği, bilgisayar ekranı başındaki izolasyonla,
takım çalışması adı altında kısa süreli sahte dayanışma ilişkileriyle
zayıflamıştır. “İnsanlar birbirleriyle gerçekten ilişki içinde değildir,
onların ilişkileri en fazla birkaç aylık meseledir ve bir şeyler ters
gittiğinde takım çalışması anında çöker; insanlar suçu bir başkasına atarak
kendilerine bir kılıf ve reddedilebilirlik ararlar”[14]. İşverenler, takımlara,
“daha az şeyle, daha çok iş yapma” baskısı kurar. Diğer yandan haksız
karşılaştırmalarla işyerinde güven sarsılır. Yetersizlikler karşısında
alttakiler üsttekilerden daha iyi iş yapabileceklerine inanmaya başlarlar.
Hiyerarşi alttakinin yeterliliğini susturur. Son olarak, iktidar otorite
hakkından vazgeçer. Alttaki ile diyalog kuran ve sorumluluk alan otorite
yerini, ilgisiz ve çalışandan kopuk otoriteye bırakmıştır.
Tartışma:
-
Portföy
modeli ya da proje merkezli üretim konusuna tiyatro alanından geniş bir katkı
yapılabilir. Önceleri ödenekli tiyatrolarda sanatçıların memurlaşma riskiyle
karşı karşıya olduğu söylenirdi. Zira bir “projede” yer alsanız da almasanız da
maaşınızı düzenli olarak alabilirdiniz. Günümüzde ise yeni ekonomi ile birlikte
proje merkezli üretim için şirketlerde uygulanan modelin, yani performansa
dayalı işin ödenekli tiyatrolar için de tartışıldığını görüyoruz. Öncenin
memurlaşma riski, yerini güvencesizleşme riskine bırakıyor. Özel tiyatrolar
açısından baktığımızda özellikle geçmişte Ankara Sanat Tiyatrosu, Dostlar
Tiyatrosu gibi toplulukların güçlü işbirliği geleneklerinin olduğunu
görebiliyoruz. ’80 darbesiyle birlikte bu ensemble ortamı yavaş yavaş çözülmeye
başlıyor ve ensemble’ın yerini markalaşan isimlerin aldığını görüyoruz.
-
Sürekli
ilişkilerin yerini yavaş yavaş, “takım çalışmalarına” ya da geçici işbirliği
faaliyetlerine dayanan birlikteliklere bıraktığını söyleyebiliriz. Gerek
toplama bir oyuncu kadrosuyla sergilenen oyunlar, gerek de çoğu zaman CV
doldurur gibi birinden diğerine koşulan workshop’lar, canlı bir tiyatro ortamı
varmış izlenimi yaratsa da, bu canlılığın ne kadarının kalıcı ilişkilere
evrildiği muamma [Bu ve üstteki maddeyle ilgili olarak Bülent Sezgin’in
atölyenin ardından yazdığı yazıya bakılabilir[15]].
-
Ensemble
kültüründeki bu tahribattan amatör tiyatroların da nasibini aldığı
söylenebilir. Amatör tiyatro yapılarındaki kolektif ve anti-otoriter (yönetmen
tiyatrosuna karşı) olma iddiası, kimi zaman kendini birbirinin sorumluluğunu
almaktan kaçınan “esneklik” üzerine kurulu ilişki modelleri karşısında
bulabiliyor.
Son kısım, bu değişimlerin modern
toplumda yarattığı yeni karakter üzerinedir: sosyal bağların çaba gerektiren,
karmaşık biçimleriyle başa çıkamayan ve bu yüzden geri çekilen insan. Burada bahsedilen
duyulan kaygıyı azaltma amacıyla gerçekleştirilen gönüllü geri çekilmeler,
diğerleriyle uğraşmak istememe boyutu. Mills’e göre kaygı, karakter
şekillendiricidir. Ona göre sosyal aktörler toplum tarafından kendilerine
tahsis edilen rollere hem adapte olmaya hem de onlarla aralarına bir mesafe
koymaya çalışırlar. İnsanlar kendilerinin yaratmadığı koşullarla beslenen
kaygıyla (rol kaygısıyla) uğraşırken (sosyal maskeler aracılığıyla) içsel bir
güç geliştirir. Kaygının azalmış olduğu durumda, işbirliği yapmama konusunda
insanlar kendilerini biraz kararsız, içsel olarak huzursuz hissederler.
Geri çekilmeyi harekete geçirecek
temel öğe narsisizmdir. Freud, narsisizmin insanın diğerleriyle olan ilişkilerinde,
tıpkı aynaya bakarken olduğu gibi, sadece kendi yansımasını gördüğü bir “ayna
evresi” olarak tasavvur eder. Heinz Kohut, ayna evresine psikanalizdeki
“şişirilmiş kendilik” kavramını dâhil etmiştir. “Ben”, gerçekliğin tüm alanını
kaplar. Böyle bir şişirilmişliğin ifade edilmesinin yollarından biri, sürekli
kontrollü olma ihtiyacında yatar; kişinin kendi bedeni ve duyguları üzerindeki
kontrolünde. ‘Ne hissediyorum’ sorusunun ‘ne yapıyorum’un yerini aldığı böylesi
bir durumda bulunan kişi, “gerçeklik kapıyı çaldığında kaygılanacaktır, zira
kendiliğin zenginleşmesinden ziyade onu kaybetme tehdidi söz konusudur”[16]. Sonuç sosyal
işbirliğinin azalmasıdır.
Kaygıyı azaltmanın bir diğer
öğesi kişinin dünyadaki yeriyle ilgili bir kavram olan “kendini beğenmişlik”tir.
Kişiye bu durumda her şey olduğu haliyle güzel görünür. Sizin gibi olan
insanları doğal karşılayıp size benzemeyen diğerlerini adeta önemsemezsiniz.
Sorunları her neyse, bu onların sorunudur; bireysellik ve aldırmazlık birer
ikize dönüşür.
Narsisizm ve kendini beğenmişlik,
gönüllü geri çekilmeler için kaygıyı azaltmanın iki yoludur: ilki eylemin
değersizleşmesi, ikincisi diğerine ilgisizlik sorunudur.
Bir başka geri çekilme türü ise
kaygıyı korumayı amaçlayan “saplantı”dır. Bu durumda, bireyler artık
kendilerine karşı yarışırlar. Sadece olduğu gibi yeterince iyi değilsinizdir.
Haksız karşılaştırma kendiliğe karşıttır artık. Sürekli (statik) tekrarla,
sürekli güdülenerek, (diğerlerine karşı) ontolojik bir güvensizlik (‘bu dünya
tehditlerle dolu’) içinde olmaktır.
Tartışma:
-
İlk gün
bahsedilen örgütsel mücadelelerden geri çekilme durumuna bir ek olarak birçok
örgüte üye olup, faaliyetlere çok az katılım gösteren yeni bir davranış türünün
de oluştuğunu söyleyebiliriz. Buradan yola çıkılarak farklı örgütlere “üye
görünmenin” bireysel bir prestij kaynağı olabileceği konuşuldu.
-
Topluluklar
içinde bağlılıkların ve güven ilişkilerinin ortaya çıkabilmesi için zamana
ihtiyaç duyulduğu bir gerçek. Ancak kısa zamanlı üretim biçimlerinde “bağlantıda
olma” halinin ötesine geçilemediğini söylemek mümkün. Hal böyle olunca, örneğin
kriz anlarında tahammül etme ya da sessizleşme, psikolojikleşen ifadelere
başvurma (ben böyle hissettim) gibi davranış kalıplarına rastlanabiliyor. Özellikle
üniversite tiyatroları alanında son yıllarda sıkça görülen kadro sirkülasyonu, deneyimli
ve inisiyatif alan üyelerin gittikçe azalması, bu alanda da ilişkilerin ne
kadar hassaslaştığını ve yeni üretim biçimlerinin –elbette baskıcı siyasi
eğilimlerle birlikte- ne kadar güçlü bir şekilde etkisini hissettirdiğini
gösteriyor.
Bu bölümde işbirliğinin
zayıflaması üç farklı açıdan irdelenmiştir; yapısal eşitsizliklerin çocukluktan
itibaren yarattığı tahribat, iş yaşamındaki dönüşüm ve kendiliğin kültürel
oluşumu. Bir sonraki buluşmada işbirliğinin nasıl güçlendirilebileceği konusuna
değinilecektir.
3.
GÜN
“Güçlendirilmiş İşbirliği” bölümünün aktarım özeti
Sennett modern toplumun acil
olarak tamir edilme ihtiyacı duyduğunu söylüyor. Kitabın bu bölümünün ilk
kısmında fiziksel emeğin nasıl diyalojik sosyal davranışı aşıladığını
göstermeye çalışmaktadır.
Teknik becerinin iki temel formu
vardır: bir şeyler yapmak ve onları tamir etmek. Yapmak, tamire oranla daha
yaratıcı bir eylem gibi gözükebilir. Fakat gerçekte ikisi arasındaki fark o
kadar da büyük değildir. Şeyleri üretmekte ustalaşan
zanaatkâr, sosyal yaşama uygulanan fiziksel beceriler geliştirir.
Fiziksel ve sosyal olan
arasındaki bağlantıyı anlamak için önce, fiziksel emeğin uyumunun ritüelde
nasıl somutlaştığına bakacağız. Bunun için becerilerin nasıl geliştiğini
görmemiz gerekli. Beceriler, (1) alışkanlık kazanma (tekrarlar aracılığıyla
kavrayışı sabitleme ve gergin olmama haline ulaşma), (2) oturmuş alışkanlığı
sorgulama, (3) sorgulama sonrası yeni alışkanlık kazanma şeklinde bir yol
izlenerek edinilir. Beceriyi geliştirmek bir hareketi doğru yapmaktan
fazlasıdır. Bazen becerikli olmanın, bir işi gerçekleştirmenin tek bir doğru
yolunu bulmak olduğu düşünülür. Bu, araç ve amacın arasında bire bir eşleşmenin
var olduğunu söylemektir. Gelişimin daha doğrudan bir yolu, aynı soruna farklı
yollardan yaklaşabilmeyi içerir. Bir sürü teknik, karmaşık sorunlarda ustalığı
mümkün kılar, tüm amaçlara hizmet eden tek bir doğru yol olması durumuna nadir
rastlanır. Beceri gelişiminin ritmi, eğer tekrar tekrar icra edilirse ritüel
halini alır. Bir zanaatkârın atölyesinde olduğu gibi, sosyal pratiklerde,
ailede ve sokakta da becerilerin gelişme düzeni ritüellere yol açar. Erving
Goffman “Gündelik Hayatta Benliğin Sunumu”[17] adlı çalışmasında
insanların evde ve işte rollerini genellikle nasıl öğrendiklerini açıklamaya
çalışmıştır. İnsanlar herhangi bir durumda “rol uyuşmazlığı” yaşarlarsa,
yeniden uyum sağlayabilmek için davranışları üzerinde düşünüp, rollerini
değiştirme ve geliştirme yoluna giderler. Böylece tekrardan akıcı ve bilinçsiz
bir biçimde, kimi zaman ritüel haline gelen davranışlar sergilerler. Bahsedilen
çalışma bu duruma verilen örnekleri içerir.
Peki, fiziksel hareketler sosyal ilişkilere nasıl
hayat veriyor? Öncelikle, bedensel hareketler sosyal ilişkilerin samimiyeti
hissetmesini sağlar (kitabın çevirmeni, samimi kelimesini resmi-olmayan
anlamında kullandığını not düşmüştür). Jestler aracılığıyla, görsel olarak,
sözel komuttan daha etkili bir biçimde öğreniriz. Bu özellikle el işlerinde
geçerlidir. Bir marangoz dükkânında testereyi doğru tutmanın yolu, marangozun çırağa,
bedeninin ağırlığıyla değil, testerenin kendi ağırlığıyla kesebilmesi için, ele
ve kola nasıl oturduğunu göstermesiyle aktarılabilir. ‘Kendin yap’ talimatları,
her adımda yapılması gereken jestleri göstermekte başarısız olduklarında
kaçınılmaz olarak sinir bozucu olacaktır; eylemi tam olarak anlamak için
bedensel jestleri görmemiz gerekir. Açıklama, göstermeden sonra gelir. Sonuçta
jestlerimizi kullanmakta ne kadar gelişirsek samimiyet o kadar daha içgüdüsel
ve etkileyici hale gelir.
Tartışma:
-
Burada
Sennett’in Zanaatkâr kitabına dönülerek “yaparak öğrenme” konusunda yazdıkları
üzerine konuşuldu. Sennett şöyle diyor: “… [Y]aparak öğrenme, bir kimsenin
harekete geçmeye yetenekli olup olmadığı sorusuna ve dolayısıyla az öğrenme
ihtimaline yol açar; çünkü bir kimse o işi yapma konusunda yeterli olmayabilir”[18].
Bu da o kişi için “… doğuştan gelen toplumsal konumlardan kaynaklanan
eşitsizliklerden … daha fazla inciticidir”[19].
Bu satırlar, özellikle eğitim süreçlerinde, öğrenenin edilgen konumdan
kurtulmasının bir yolu olarak “yaparak
öğrenmeye” verilen değerle ilgili önemli bir uyarı olarak görülebilir. Bu bağlamda tiyatroda oyunculuk eğitimi
süreçlerinde “oyuncunun kendisinin yaparak bulması mı, oyuncuya göstermek mi?”
sorusu ortaya atıldı. Bu sorunun aslında yanıltıcı olabileceği, zira her iki
yolun da izlenebileceği, önemli olanın oyuncudan yapmasını isterken ya da ona gösterirken,
oyuncuya serbest araştırma alanlarının açılması olduğu vurgulandı. Eğitim
süreçlerinde kimi zaman oyuncuyu role yönlendirme yerine, bir rol kalıbına
sokma veya kendine benzetmeye çalışma gibi hatalı yollara sapılabildiği ve buna
dikkat etmek gerektiği konuşuldu.
-
Diğer
yandan, tiyatro tarihi de, seyircinin oyun izlerken konumunun edilgenliği
meselesini kendine dert edinen ve seyircinin nasıl etkinleştirileceği (bir
şeyler yapacağı) sorusunun yanıtını arayan isimlerle dolu. Yukarıda bahsedilen
tartışma bağlamında, burada tiyatroda oyun-seyirci ilişkisi üzerine süregelen
tartışmalara Jacques Ranciѐre’in “Özgürleşen Seyirci”[20]
kitabında yaptığı katkıdan bahsedildi. Ranciѐre, seyircinin
özgürleşmesinde belki de ilk aşamanın seyircinin oyun izlerken edilgen olduğu
varsayımını sorgulamaktan geçtiğini vurguluyor:
“Yerinde oturan
seyircinin etkin olmadığını söylememize izin veren şey, etkin ve edilgen
arasında önceden kurulmuş radikal bir karşıtlıktan başka nedir ki? Bakmak
dediğimiz şeyin, imgenin arkasındaki hakikati ve tiyatronun dışındaki
gerçekliği göz ardı edip imgeden ve görünüşten zevk almak anlamına geldiği
varsayımından başka hangi nedenle bakış ve edilgenlik özdeşleştirilir ki? Sözün
eylemin zıddı olduğu gibi bir önyargımız yoksa, neden dinlemeyi edilgenlikle
bir tutuyoruz? … Seyirci de eylemde bulunur, tıpkı öğrenci veya bilgin gibi.
Gözlemler, seçer, karşılaştırır, yorumlar”[21].
Fiziksel ve sosyal olan
arasındaki bağlantıyı şimdi de zanaatkârın karşılaştığı zorlukların sosyal
zorlukları nasıl aydınlattığını görerek anlamaya çalışalım. Zanaatkâr iş
başındayken bir dirençle karşılaştığında ‘ona karşı’ değil, ‘onunla beraber’
çalışmanın iyi sonuç verdiğini görür. Bir dirence karşı savaşırken o sorundan
kurtulmaya odaklandığımızdan sorunun ne olduğunu anlamaktan uzaklaşırız; buna
karşın, dirençle beraber çalışırken engellenmiş olmanın verdiği düş kırıklığını
askıya almak isteriz ve onun yerine sorunla kendi içinde ilgilenmeye başlarız.
Minimum güç uygulamak dirençle çalışmanın en etkili yoludur. Örneğin, çekici
kullanırken bir aceminin yaptığı ilk iş tüm bedenini çabasına katmak olacaktır.
Usta marangozlar ise omuzlarından aşağısının gücünü olduğu gibi kullanmaktansa
işi çekicin kendi ağırlığına bırakacaktır. Sosyal olarak ise minimum kendilik
iddiasıyla davranırsak diğerlerine daha rahat açılırız. Ya da diyalojik konuşmalarda
olduğu gibi kendi görüşünü başkasına kabul ettirmek için tartışmak ve ısrar
etmek yerine dilek kipiyle konuşmak da bunun bir örneğidir.
Bu üç bağlantının hangi yollarla
güçlendirebileceği konusu, kitabın bundan sonraki kısımlarında ele alınıyor. Bu
yollar tamir etmeyle ilişkilidir. Br tamiri gerçekleştirebilmek için ise üç yol
vardır: Zarar görmüş bir nesneyi yeni gibi yapmak, işleyişini iyileştirmek ya
da nesneyi tamamen değiştirmek. Teknik jargonda bu üç strateji, restorasyon,
iyileştirme ve yeniden yapılandırma olarak karşılanır. Restorasyonda, nesne
orijinal haline çevrilir, zamanda bir âna geri dönülür, kullanımın ve tarihin
hasarı gösterilmez. İyileştirmede, eski form korunurken daha iyi parçalar ya da
maddeler eklenir, iyileştirenin varlığı vurgulanır, şimdi odaklı ve
stratejiktir. Yeniden yapılandırmada ise, nesnenin formu ve kullanımı yeniden
yapılandırılır. Deneyseldir, prosedürde gayri-resmidir.
İşbirliği de zarar gördüğünde
düzeltilebilir ve tamire olanak tanır. Sosyal olarak insanları bir araya
getirmede en uygun olan tamir yolu yeniden yapılandırma gibi gözükür.
İnsanların var olan yeterlilik ve yeteneklilik duygularını koruyarak yeni
işbirliği modelleri kurmalarına izin verir. Lâkin, tamirci arızaya hem fırsat
hem de uyarı olarak yaklaşmalıdır. Zira yeniden yapılandırmada, zanaatkârın ilk
etapta çözmesi gereken bir sorun olduğunu unutmasıyla tutarsızlık ortaya çıkar.
Tutarsız bir tamir değişim duygusu sağlayabilir ama aynı zamanda baştaki
yaratma eyleminin değerini de feda edebilir.
Sennett, bu bölümün ikinci
kısmına “Gündelik Diplomasi” ismini vermiş. Gündelik diplomasiyi, insanların
anlamadıkları, bağ kuramadıkları ya da çatıştıkları insanlarla alışveriş içinde
olmalarının bir yolu olarak tarif ediyor. Sıradan insanlar da diplomatlar gibi,
zorluklarla başa çıkarken minimum güç kullanırlar, kodlanmış jestlerden sosyal
alanlar yaratırlar, travmaları kabullenen gelişmiş tamiratlar yaparlar.
Gündelik diplomasi diyalojik konuşmayı pratik olarak işleme koyar. Bir sonucu,
ustalıklı çatışma yönetimidir.
Bölümün devamı gündelik
diplomasinin ve önceki bölümlerde bahsedilen medenilik ile ilgili Rönesans’ta
ortaya atılan yeni fikirlerin modern yaşamdaki tezahürleri ile şekilleniyor. “Sosyal
maske” kavramı burada yeniden karşımıza çıkıyor, bu kez tiyatrodan bir örnekle:
Jacques Lecoq tiyatrosu. Maskeler ve jestler üzerine kurulu İtalyan halk
tiyatrosu geleneği “commedia dell’arte”den beslenen Jacques Lecoq’un maske
kullanarak icra ettiği tiyatrosu bu anlamda ilgi çekicidir. Lecoq’un
yardımcılarının sahnelediği bir oyunu izlerken, izleyicilerin oyuncunu neye
benzediğinden çok nasıl oynadığıyla ilgilendiğini görmek Sennett’i etkilemiştir.
Bunun bir dışadönüş olduğunu söyler; tıpkı işbirliğinin karmaşık formlarında
insanların sevmediği ya da tanımadığı insanlara karşı sergilemesi gereken dönüş
gibi. Kamusal İnsanın Çöküşü[22] kitabında maskeyi medeni
olmanın gereği olarak gören Sennett, burada da yeniden bu konuya değiniyor: “Maske,
kültürün en eski sahne donanımlarındandır; sahneyle sokağı birbirine bağlar”[23]. Maske yüzü gizler ama
“gizleyen maske, kendini koruma amaçlı olmamalıdır; nezaket ve incelik,
başkalarına zarar verebilecek duyguları maskeleyen davranışlardır”[24]. Ayrıca, sosyal maskeler
koruyucu bir kılıfın yanı sıra ifadeye olanak sağlayabilir.
Son kısım ise, çeşitli topluluk
deneyimlerine ayrılmıştır. Sennett’in özyaşamöyküsü içinde karşılaştığı veya
içinde yer aldığı bazı topluluklardaki işbirliği pratiklerine dair tespitlerle
karşılaşıyoruz. İnsanların yüz yüze ilişkilerinin değerini ve bu ilişkilerin sınırlarını
geliştirdiği dünyaya bir katılım süreci olarak topluluklar, işbirliğinin yaşam
alanıdır. Ancak özellikle kendilik kültürünün yaygınlaştığı modern yaşamda işbirliğinin
zahmet gerektiren bir uğraş ve dışa dönük bakışın da öğrenilmesi gereken bir beceri
olduğu unutulmamalı.
Sennett’in bu çalışmadan
okuyucunun çıkarmasını istediği sonuç şudur: “Hiçbir zaman diğerlerinin içsel
yaşamının derinlerine gerçekten inemeyiz… Karşılıklı bir anlayış yoksunluğu
bizi insanlarla aramızda bir bağ kurmaktan alıkoymamalıdır; beraber bir şeyleri
başarmak isteriz.”[25]
ATÖLYE DEĞERLENDİRMESİ
Richard Sennett’in bu üçlemeden
önce yazdığı kitaplardan özellikle Kamusal İnsanın Çöküşü, Karakter Aşınması ve
Yeni Kapitalizmin Kültürü, bu üçlemeye önemli bir teorik çerçeve sunuyor. Daha
önce de belirtildiği gibi bu üçleme soyut teorilerden uzak durmaya çalışan, daha
çok pratiğe katkı sunmayı dert edinen bir boyuta sahip. Kitapta yer alan
örneklerin, Sennett’in içinde yetiştiği kültürel ortamın ağırlığını taşıdığını
unutmamak gerektiği atölyenin sonunda konuşulan konulardan biriydi. Sennett’in
verdiği örneklerin bir kısmıyla, bu coğrafyada pek sık karşılaşılmadığı ya da bunların
farklı biçimlerde tezahür ettiği tespiti yapıldı. Kimi zaman bu durumun algılama
zorluğu yaratması, kitaba mesafelenme gibi sonuçlar doğurabildiğini
söyleyebiliriz. Birlikte okumak, bu gibi anlarda yapılan açıklamalar ve
örneklemelerle oldukça faydalı oldu, ayrıca mesafelenme, yazarla özdeşleşme
yerine kendi koşullarımız üzerine düşünmeyi teşvik etmesi anlamında da
önemliydi diyebiliriz.
Değerlendirmede dikkat çekilen
konulardan biri işbirliği ve dayanışma ilişkileriyle ilgiliydi. Sennett,
dayanışmanın cemaat duygusunu besleme ve bize-karşı-onlar ikiliğini yaratma
eğilimi taşıyan bir durum olabileceğine dikkat çekiyor ve diyalojik işbirliğinin
önemini vurguluyordu. Ancak işbirliği konusunda, toplumsal eşitsizliklerin ve
asimetrik güç ilişkilerinin politik ve etik sonuçlarına yeterince değinilmediği
saptaması yapıldı. Zanaatkâr kitabının son bölümünde Sennett’in, çalışmasının
politik boyutunun eksik kaldığının farkında olduğunu belirttiği aktarıldı,
benzer bir durumun Beraber kitabı için de söylenebileceği belirtildi.
Sennett’in açtığı tartışmayı, bizler,
tiyatro ile uğraştığımız için görüldüğü gibi genellikle tiyatro bağlamında
sürdürmeye çalıştık. Yukarıda değinildiği gibi birlikte okuma deneyimi, ilkin kendi
başına entelektüel bir işbirliği faaliyeti olması bakımından önemliydi.
Değerlendirmede, tüm katılımcılar çalışmanın oldukça faydalı olduğu ve topluluklara
aktarılması gerektiği konusunda hemfikirlerdi. Atölyenin açık uçlu, tartışmayı
kışkırtmayı hedefleyen bir biçimde organize edilmesinin, seminer ya da panel
biçimlerinden daha verimli sonuçlar doğurabileceğini gördük. Böyle bir
çalışmanın daha iyi organize edilmesi için şu gibi öneriler getirildi:
-
Atölye, çalışmanın yapılmasının öngörüldüğü
tarihten, toplulukların programlarına alabilecekleri kadar yeterli bir süre
önce duyurulmalı. Böylelikle farklı çalışmaların çakışması engellenebilir ve
daha iyi bir hazırlık yapılması sağlanabilir.
-
Çalışma saatlerinin iyi organize edilmesi
gerekir. Kitabın tartışılacak bölümünün uzunluğuna göre uygun bir çalışma saati
dilimi belirlenmeli ve tartışmaya yeterli vakit kalabilmeli. Gerekirse tartışma için ek bir gün koyulmalı.
-
Çalışmaya hazırlıklı (örneğin notlar alarak)
gelmek çok önemli. Yalnızca “ben buradan ne alırım” gibi bir bakış tam da
Sennett’in değindiği, zahmetli işbirliğine karşı bir tutumu örgütlediği için
sorunlu. Aksi takdirde, günlere yayılan çalışmalarda bazı kopmaların yaşanması
doğal hale geliyor.
-
Çalışma mümkün olduğunca örneklerle
desteklenmeli.
-
Böyle bir çalışmanın öğrencilerle yapılması
durumunda kitaptan ziyade makale tercih edilip, çarpraz okumalarla
desteklenmesi daha iyi sonuçlar doğurabilir.
-
Yoğun katılımlı çalışmaların verimli olabilmesi
için, farklı çalışma gruplarına bölünüp, daha sonra çalışma sonuçlarının
gruplarla paylaşılması gibi bir yol tercih edilebilir. Bizim yaptığımız
çalışmada katılımcı sayısı 10 ile 15 arası değişiyordu, böyle bir yola gitmeye
gerek duymadık.
[1] Sennett, Richard (2009). Zanaatkâr, Çev.Melih Pekdemir, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul
[2] Sennett, Richard (2012). Beraber, Çev.İlkay Özküralpli, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul
[3] Wikipedia, Pragmatism, ,
erişim: 16.10.2012
[4] Bora, Tanıl (2010). “İki
Sinizm, İki Pragmatizm ve “Eylem”i Yeniden Düşünmek”, Sol, Sinizm, Pragmatizm içinde, Birikim Yayınları, İstanbul, 43-58
[5] A.g.y., s. 51.
[6] A.g.y., s. 53.
[7] Sennett, R. (2012), s. 7.
[8]
Zanaatkâr kitabının bir incelemesi için Dr. Elif Tuğba Doğan tarafından yazılan
yazıya bakılabilir: . Ayrıca yine Dr. Elif Tuğba Doğan tarafından
Çalışma İlişkileri Dergisinde bu konuda yazılan bir makale mevcut: “Zanaatkârlığın
Günümüzde Yeniden Yorumlanması: Yeni Zanaatkârlık mı?”,
[9]
Mikhail Bakhtin’in diyaloji kavramı ve sözlü kültür üzerine detaylı bir
inceleme için bkz: Eser Köker, Kitapta
Kurutulmuş Çiçekler ya da Sözlü Kültür Üzerine Düşünmek, Dipnot Yayınları,
Ankara
[10]
Sennett, R. (2012), s. 25.
[11]
Kurhan, Ömer F., “Beraber”i Beraber
Okumak, <
http://fkurhan.blogspot.com/2012/07/beraberi-beraber-okumak-29-temmuz-2012.html>
[12]
Tartışmada Derrida’nın misafirperverlik kavramı ile ilgili yararlanılan kaynak:
Suna Ertuğrul, Derrida – Davetsiz Misafir,
[13]
Sennett, R. (2012), s. 55.
[14]
Sennett, R. (2012), s. 208.
[15]
Sezgin, Bülent, Tiyatro Alanında
Zayıflayan Beraberlikler (1), <
http://mimesis-dergi.org/2012/08/tiyatro-alaninda-zayiflayan-beraberlikler-1/>
[16]
Sennett, R. (2012), s. 228.
[17]
Goffman, Erving. Günlük Yaşamda Benliğin
Sunumu, Çev.Barış Cezar, Metis Yayınları, İstanbul
[18]
Sennett, R. (2009), s. 131.
[19]
Sennett, R. (2009), s. 132.
[20]
Ranciѐre, Jacques (2010). Özgürleşen Seyirci, Çev.E.Burak Şaman,
Metis Yayınları, İstanbul
[21]
A.g.y., s. 19.
[22]
Sennett, Richard. Kamusal İnsanın Çöküşü,
Çev.Serpil Durak & Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
[23]
Sennett, R. (2012), s. 294.
[24]
A.g.y., s. 293.
[25]
A.g.y., s. 332-333.